11 Aralık, 2007

(g)eril'e(me) dönemi tasavvuf edebiyatı

derim kupkuru ve gergin,
tırnak diplerimden sökülür gibi oluyor
avuçlarımı açtıkça.
ateş çıkıyor her yerimden
tir tir titriyorum.
sakinleşmek için koyduğum müzik
ruhumu tırmalıyor
ben, kıskanıyorum.

ağlayarak uyandığım rüyalarım
önceki hayatımın gerçekleri

kızıyorum, küsüyorum,
çocuk oluyorum
hiç büyümüyorum.

yalan söylemeyeni kovuyorum
el uzatanları bileklerinden asıyorum
acımıyorum (anlamayana: pity)
acıyorum (anlayana: hurt)

****

eskiden içki içmiştim.
içip güzel olmayan şeyler söylemiştim.
pişman olmuştum.
sahibine söyleyememiştim.

şeytan aldı,
götürdü.
satamaz da geri getirir mi?

kısmet.

birşeyler yapmam lazım -
derliyim
topluyum
titizim
temizim

ruhsuzum.

10 Kasım, 2007

yetişkin

şu hayatta yet-iş-kin olmak ne garip şey.
o çocukluktaki saflığı, sevimliliği kaybetmek artık. hayatın gerçek yüzünü göstermesi artık. "iş" güç peşinde koşturma hali, "?" kazanmaya çalışma hali, sıkıcılık hali. kelimenin yalın hali ya da, -i, -e, -de, -den hallerinden biri gibi bişey olsa gerek ama ne eksik, ne de fazla. üstelik masumiyetin hak getirdiği bu evrede, çocukken olduğu gibi bize kızıldığında, veya yanlış birşey yaptığımızda olduğu gibi utanıp kızaracağımız yerde, bir de üste çıkmak binbir yalan dolan uydurup bu halimizle gurur duyar oluveriyoruz. ne güzel yetiştirmiş bizi anne-babalarımız - ki bu onların suçuysa eğer - suçu da başkasına atmakta üstümüze olmayan bu aslında yet-mezlik evrsinde. sanırım yet, iş ve kin diye ayırınca bir de yetkin olduğunuzu düşünmüştünüz, bir kez daha aynaya baksak ya hep beraber. benim en sevdiğim heceyse; -kin-. evet, yetişkin olunca, kin duyması tetikleniyor insanın. ve aslında bu hissini bile örtbas etme "yet"isine sahip bir varlık olması, doğasının bir parçası. işte sırf bir dolu "yet(emeyen)-iş(siz)-kin(dar)" (çoğul) olduğumuzdan, herkese için için kin duyuyorum.

22 Ekim, 2007

etki-leş-(-e)(l)-im

herşey señör yüzünden!
Moris'in her defasında başkası sanıp "haaa?!" dediği Orhan Cem Çetin'in sunduğu projede John Berger yanlış yazınca dünya bana dar geldi. ve hayır, son dönemde aldığım kilolar yüzünden değil! o gün o kadar çok kez John Berger dedim ki, eve adım attığımda gördüğüm ilk şey "ways of seeing" oldu. dün kardeşimi almaya havaalanına gittiğimde yürmüdokuznoktaltı'da gördüğüm bir geliş-gidiş fotoğrafı yer edince kafamın içine, düşünmeye başladım bana neler olduğunu ve yine bu fotoğraftan etkilenerek farkettim ki gel-git zaman(2) algım sadece etrafta öylece duran kitapları seçer olmuş. beslenmem lazım diye bağıran bünyem, dönüp durmaktan yorulmuş, öğürüp böğürmekten yorulmamış midemle aynı bedeni paylaşmaz gibi inatçı. ben de yoruldum aslında özenip bezenmekten. uz-(ak)-laş-mak ve yeniden başlamak istiyorum bu dokuzuncu ve son hayatıma. bir yanda adımın ilk dört harfi ve kalını. diğer yanda uzaklarda bir engele çarpmış, dönmüş gelmiş çığlıklarım. kulağımdan akan 2 damla kan.

hiç yoktan,
devam ediyorum kendimi kandırmaya..

13 Eylül, 2007

eda&nağme

çocukken en sinir olduğum şey büyüklerin beni herşeye fasulyeden dahil etmeleriydi. mekanı cennet olsun, annanemin -şimdi burnumda tüten- kıymalı fasulyesini yememek için kırk1000 takla atardım ama o bana fasulyenin faydalarını saymaktan -dilinde biten tüyleri umursamayarak- asla vazgeçmezdi. vücudun çalışmasını, gelişmesini ve tamirini sağlar, pankreas bezesini, böbrekleri, karaciğeri ve kalbi kuvvetlendirir, albümin ve şekere çok faydalıdır, ..
aradan yıllar geçti, büyüdüm, serpildim, serpil çakmaklı denen türden uzaklarda yetiştim, hal hatrı geçtim çeşit çeşit fasulye sever oldum. bir gün bir oturuşta afiyetle bir kase edamame bitiriverdim ve o günden sonra başıma gelenlerden kendimi asla sorumlu tutmuyorum.
çekirdek/"çiğdem", ne derseniz deyin, çıt-çıt güzel gider muhabbetle. bu edamame/soya fasulyesi o misal bir zehir. insanın kanına girip, muhabbeti dolambaçlı yollara sokup, farkettirmeden ağına düşürtüyor.
velhasıl kelam, ben böyle zehirli bir anımda bir anne-babayla tanışmayı uygun buluvermişim kendime, hiç hatırlamıyorum.
dedim ya büyüdüm, serpildim diye. bir de eğri oturdum, doğru düşündüm. insan insanı yemez ya-(ğda kızartıp cozutturur)-
soyadan emdiğim tüm tuzu içine tükürdüğüm aşk meretiyle çarpılıp bölününce insanoğlunun etoburluğu karşısında tir(e) tir(e) titrer halde buluverdim kendimi. sanki hık daha çok bir hıçkırık edası olarak pek burundan dışarı nesne çıkarmaya elverişli olmasa da, hık dediğinde burnundan düşümlüş bir baba ve yanına bu kadar yaraşır, güleç, sevimli bir anne nasıl olur da benim kirli kanımı kalbimden pompalayıp temiz kanı kalbimde depolayıp, gözlerimi doldurup, dudaklarımı ısırtırlar?
bir başkasının malını kendinden çok seversen bunu onlara nasıl açıklarsın? yeterince iyi ifade etsen de karşı taraf seni, senin istediğin gibi anlayabilir mi? kıskanır mı kendi evladını senden yoksa al güle güle tep diye kurtulduklarına sevinirek meydanı sana bırakırlar mı?
anne ve baba gibi, karmaşıklığını ört-bas edip bu kadar sade durabilen bir-iki terim daha yokken ben bu "nar"ın beni kendi içine alıp, sevip, sayıp, sarmalayıp, kabullenmesini neden ölüm-kalı(p)m meselesi yapıyorum? ve nasıl oluyor da akan sular Nuh olmadan da durabiliyor?


hmm.. şeeyyy..
kalp konseyinden herhangi biri bana bu mantıksızlıklar anayasasından bahsedebilir mi lütfen?

ve ben karanlıktan korkmama rağmen sol köşedeki l(k)oş-kırmızı odayı bırakmış, tavan arasına çıkmış, çıkmazlarda dön(me)dolap oynamalardayım. çay saati gelse de bebeklerimle konuşsamlardayım.

azıcık ucundan
deli(mi)yim..

07 Eylül, 2007

w&b

öz benliğim ve kişiliğimi ele alırsak üzerinde durmam gereken onlarca sorun(m)luluk dururken ben herşeyi unutup, zamanı durdurup, anlamsızca serilmek istiyorum. yıldızların altına, çimlerin üzerine. sen de hep yanımda ol istiyorum. birşeyler söylemek zorunda değilsin. müzik olmasa da olur. kalbinin "tik-tak"larında uzaklaşmak istiyorum hayatımdan.
kalbimden geçerek sarfettiğim bir dolu "şey" bazen o kadar anlamsız ve boş ki.. ekmek ve su gibi gündelik lakırdılar en derinlerimi kor ederken en beklenmedik anlamlılıklar umur damarlarıma uğrayamadan terkediyor vücudumu. hiçbir beklenti emzirmeden sarıp sarmalamak ve rüyalarınla boğabilmek istiyorum seni. senin karşılık verme çaban çok derin bir hüzünle sevindiriyor beni.
aslında tek ihtiyacım olan ıslak öpücüklerin.

ve yine kuruttun
ve yine ürperttin
ve hep..

05 Eylül, 2007

balık

bu çok zor.
içimde gürül gürül çağlayan küme küme duygu var. nerden başlasam kime nasıl anlatsam ikilemleriyle kendimi çeliştirip duruyorum bütün gün bitki çayımı yudumlarken bilgisayar karşısında. hastamızı taburcu ederken yanımıza almayı unutmamamız gereken ilk şey kendisi. nezaketen kapı önünde beklemesi kendisine ekstra birkaç puan kazandırmışken "peder" beyin kendisine göz koymuşluğunu kıskanmamak elimde değil. mehter marşı ritmiyle işleyen beynimin gizli odacıklarından çıkagelen eski bir melodi mırıldandığımı farkediyorum ve gülümsüyorum. her zaman kötünün kötüsüyle ilgili komplo teorileri üretmekten başka işe yaramayan sol lobumu örümcek ağları kaplamış. bir de kocaman tabela duruyor önünde, fabrika kapalı yazmışım. yere boyalar akmış. olsun.
ayaklı gazetede yazmak istediğim bunca datayı nereme sokup arşivlesem diye oturmuş kara karar düşünürken, o dünyamı toz pembe boyama devam ederek işimi daha da zorlaştırıyor. bu kalbin altından nasıl kalkılır? bir bilen var mıdır? gazeteye ilan versem beni bulur musunuz acaba? heeey, sesimi duyan var mıııı?

..-

sanırım kimsecikler beni umursamıyor şu sıralar kendisinden başka. aslında benim istediğim de sadece bu. peki istediğimi elde ettiğim halde, neden göz pınarlarım küresel ısınmaya maruz kurudu kaldı? insan böylesini bulunca kaybetmekten korkmaz mı? ben korkuyorum!

02 Eylül, 2007

içimdeki karınca

pazarın erkeninde, sağım solum sobe saklanmayan in ve cin derken farketti ki bu ben, istanbul'u yalnızca boşken seviyormuşum. onunla bir yolculuk çekti canım. afrika kadar açım. bu sırada odasının hala ben koktuğunu söyledi. ne kadar tanıdık kokulu evler. kokuysa sadece algımın x'ini bilincimin y'siyle çarpıştırdığımda ortaya çıkan sonuçtan ibaret birtakım moleküller silsilesi. güzellik de göreceli hem. (e kapalı) bense sigarayı bıraktım. ihtiyacım olan zamanı perakende fiyatına borçlanarak yalvar yakar aldım, on fırın ekmeğe sürdüm sürdüm yedim. on-onbeş kilo kadar anı verdim. bol su içtim. onsekizi ondokuz geçe saate bakmayı bıraktım. sen de beni bırak artık. uykum var.

25 Ağustos, 2007

shoes

not long ago i heard someone say that taking your shoes off was about intimacy. getting comfortable around the people you truly love and trust. its not going to some friend's house and taking your shoes off when youre told, what im talking about is getting comfy in a situation where others wouldnt approve. not minding "the others" and knowing that the person youre getting intimate wouldnt also mind. im just blabbering about the same thing over and over again, dont mind me. but as far as im concerned, you do mind. get your damn shoes off of your filthy feet.!

23 Ağustos, 2007

isyan-ım

eskiyi hatırladıkça elimdekini kaybetmekten korkar oluyorum. suçluluk duyuyorum anımsadıklarımdan. git başımdan.

tüm hakları saklıdır

yarın erken uyanmam gerekirken, kaybolmuş uykum gecenin karanlığıyla bütünleştiriyor beni. sahte sahte gözlerimi dinlendirebilmek umuduyla, koyun yerine saydığım hedefe doğru azalan günler. varlığım ve yokluğum arasındaki iki gıdım çabamı ihlal etme hakkını kim veriyor sana da gelip aklımın en ücra köşesinden girip o karanlıkta yanlış yollardan geçip doğru yere gelebilmeyi başarıyorsun. takvimin son yaprağı düşerken farkediyorum bunu ve ürkek ürkek sıçrıyorum yerimden. gözümden birkaç damla yaş geliyor ama içimde ıssız çöl rüzgraları esmekte. geçen üçyüzaltmışbeş günde ne kadar büyüttün beni. ve şimdi kadehimi şerefine kaldırıyorum.

21 Ağustos, 2007

Tao

i skip the introduction. if the book goes in the trash, i want it to go because of my thoughts on it, not because of some Asshole's thoughts who wrote the introduction.
the text begins. i consists of a series of short poems numbered one through eighty-one. the first one says that the Tao is that which has no name and is beyond any sort of name. it says that the names are not necessary for that which is real and for that which is eternal. it says that if we are free from desire, we can realize mystery, that if we are caught in desire, we only realize manifestations. it says mystery and manifestations arise from the same source, which is darkness. it says darkness within darkness is the key to all understanding. it is not enough to make me throw it away, but i am also not convinced.
i keep going.
number two. if there is beauty, there is ugliness. if there is good, there is bad. being and nonbeing and difficult and easy and high and low and long and short and before and after need, depend, create and define each other. those who live with the Tao act without doing and teach without saying. they let things come and they let things go and they live without possession and they live without expectation. they do not need, depend, create or define. they do not see beauty or ugliness or good or bad. there just is. just be.
number three. over-esteem men and people become powerless. overvalue possessions and people begin to steal. empty your mind and fill your core. weaken your ambition and toughen your resolve. lose everything you know and everything you desire and ignore those who say they know. practice not wanting, desiring, judging, doing, fighting, knowing. practice just being. everything will fall into place.
four. the Tao is used, but never used up. an eternal void, it is filled with infinite possibilities. it is not there, but always there. it is older and more powerful than any God. it is not there, but always there. it is older and more powerful than any God.
i stop reading and read again. one through four, again and again. the words and the words together and the meaning and the context are simple, so simple and basic, so basic and true and that is all that matters true. they speak to me, make sense to me, reverberate within me, calm ease sedate relax still pacify me. they ring true and that is all that matters truth.

20 Ağustos, 2007

fo(u)rtune

zaman zaman kötü bir özellik olduğunu düşünsem de politik olarak insanları idare etmek genel geçer bir kaide olarak işe yarıyor gibi duruyor. ilişkiler konusunda uzman olduğumu iddia edemem elbet, ancak duygularımın beni nasıl yönlendirdiğinden yola çıkarak geçmiş hatalarımı tekrar etmemek benim elimde. insanlar farklı, ben farklı. beklentilerimi azaltmış olmam asla ve asla çıtayı indirdiğim anlamına gelmiyor. sadece karşımdakine sunduğum esneklik onun birtakım eğilimlerinden kurtulmasına yardımcı oluyor fikrimce. ve bu sırada ben farkına varıyorum ki aslında cümbür cemaat peşinde koştuğumuz şu mutluluk denen "şey" algılarımızı ne kadar açık tutarsak o kadar çabuk ve ana maddesine tezat bir şekilde bir o kadar da büyük geliyor üzerimize koşar adım. gerçekliğinin belirsizliğinden ne kadar ürktüğümü bir kenara bırakırsak, içinde 4 all my life geçen bir mesajın bende sebebiyet verdiği serotonin ve endorfin artışı, babamın süpriz yapıp araba aldığı günki salgı durmuma oranla karşılaştırılamayacak kadar fazla. ufacık tefecik, incir çekirdeğini doldur(a)mayacak jestlerden etkilenmek yakışık almasa da, insanların ö(d)z sularını tatmak ancak onlarla mümkün. ve bugün yine sıradan bir konuşma sırasında bahsettiğim açlığımı dindirmek için onca yolu arşınlayıp gelmek bu çekirdeği 3yüzmilyondolar defa dolduruyor, onun haberi yok.
o zaman kendisi hazır toplantıdayken ben fırsattan istifade edip çığırmak istiyorum: "psst yakışıklı" seni seviyorum!

12 Ağustos, 2007

forgive me father for i have sinned:

zeytinyağı ve suyun birbirinden ayrılması gibi bariz bir duygusal değer gerektirirken sosy(e)allenmek, birden çok bilinmeyenli denklemleri çözme uzmanı oldum, üçlü çıkarmalarla çapraz sağlamalar yaparak. merkez kaç kuvvetinin yutan elemandan etkilenmemesi bir yana, doksansekiz-doksandokuz-yüz-önüm-arkam-sağım-solum-sobe diye bağır-çağırırken ebe, saklandığımız duvar önümüzden puff diye yok olup gider olmuş. tavşan kaç grubuna katılacak olsak, artık düşüp kalkmak rahat gelir olmuş. çocukken uyumadığımız öğle uykuları burnumuzda tüterken insan(sız)lık kaosunun göbeğinde, Alice'in harikalar diyarında bize yol göstermek için bekleyen tavşanın cep saatinin tik-taklarını Charlie'nin fabrikasındaki çikolata şelalesi misali kanımıza karıştırmış ve "akşam olsa da yatsak" ruh halimizi tuzla buz etmiştir artık. gözümden akarsa çok özleyeceğim ve yüksek ihtimaller duvarını fersah fersah aşıp yenisini bulamayacağım bu son damla uykumda seninle ilgili yalnızca-üç-yüz-milyon tilki iki ileri bir geri mehter takımı eşliğinde dolanmakta hücrelerimde. senin yüzünden ve senin için kendimden geriye dönüşlerim oluyor bu aralar. bin-bir-gece-masallarında bile bahsi geçmeyen you-know-who karakterleri yaratıp, dövüştürüp, zafere koşuyorum. dünyanın reel olmayan m(ay) uydusu dolaylarında seyrederken, ruhumu bir www cehennemine rehin(e) bırakıp ısmarladığım "zımbırtı" gelemedikçe, kendimi daha da bir beş-para-etmez hissetmekten a-lı-ko-ya-mı-yo-rum. korku ve kaygılarım beni bir zamanlar bildiğim bir hikayedeki ece gibi erlik han'a tapınmam için karanlık tarafa çekmeye çalışsa da, ben kendime yenilmeye pek niyet etmiyorum. bana, ayar ayar gerçeğini sunmak istediğin altın kaplama düşlerin peşinden gitmek yara(ı)şır. ucu bucağı olmayan bu kör karanlık tünele senin biletini kesmişler ancak. kapıdaki güvenlik bir galatasaray-fenerbahçe maçındakinden daha katı ve hiçbir müsama gösterilmiyor. buraya kadar eşliğim sana. ışığı gördüğün yerde yeniden tenlerimiz bir olacak diye hummalı umu(l)t(u)lar içindeyim ve fakat-ama-zira başını avuçları arasına almış, küçük ve savunmasız bir çocuk gibi karşıma geçmiş defalarca özür dilediğini söyleyen sen beni her türlü duygusal ve kimyasal ve vücutsal ve ruhsal karışıma yöneltmektesin. en çok öfkemi ayırabiliyorum bunca data arasından. benden dilediğin özrü ancak ve ancak sana verdiğim bu kalbe zarar getirmeden tünelden çıkabilirsen kabul edebilirim. olmazsa da, başımın-gözümün-gönlümün sadakası olsun, varsın ölsün.
senden önemli mi allah'ını seversen..

07 Ağustos, 2007

the name of the "boat"

the sun is bright and the sea is blue and the leaves are greener than ever and its a nice day out just because i have you on my mind. but then the blue is not as blue and the green is not as vivid and the sun is still up and bright but it is not as nice a day anymore. just because i have you on my mind. i think it is the ying and the yang together. just because i know that you are thinking of and for me despite all the things.
that is just enough.
thank you.
i love you.

06 Ağustos, 2007

kahve6

uzun zamandır kapısından uğranmamış, önünden geçerken bir selam bile verilmemiş bir yere giderken "acaba"larla dolu karın ağrıları çektiğim taksi yolculuğumda, gelip geçer insanları ve harcadığım emekleri düşündüm. kapısından girdiğimde kendimi onca "tik-tak"a rağmen hala evimde hissedebildiğim, kahvemi nasıl içtiğimi hatırlayan güler yüzlü insanların bunca zamandır nerelerde olduğumu tüm iyi niyetleriyle merak edip, tatilin bana yaramış olduğunu içtenlikle sarfedip, her zamanki yerime geçmek isteyip istemediğimi sormaları karın ağrımın gereksizliğini pekiştirirken daha derinlerde başla kalıntılar buldurdu bana.
bir dönem birlikte nefes alıp verdiğimiz insanlarla aramıza giren zamanlar ve mekanlar, geri dönüşü olmayan boşluklara sürükleyip, bizi hepten dımdızlak terk etmek zorunda mıdır?
bu zamanlar ve mekanların bittiği yerde, hiçbir kas hareketi kullanmaksızın kalındığı yerden nefesler birleşebilir mi? yoksa bu da hayatın azizliğine uğramış olmanın başka bir boyutundan başka birşey değil mi?
baş ve serçe parmaklarım arasında gidip gelen bir sayıdan ibaret insanlar var hayatımda. çeşit çeşit girip çıkan ama hepten terk etmeyen. aramıza akın akın insan, kumlu kumlu "tik-tak" ve hektar hektar mekan girmiş
ama
biz yine biz kalmışız.
ben böyle sorularla kalıntıların miladını çözmeye koyulmuşken sadece sayfalarda ilerleyebiliyorum. ve oturduğum sandalyede, ayağımın dibine kıvrılmış köpekle, yudum yudum huzurla içerken kahvemi, hayata bir köşesinden tutunduğumu hissediyorum yüzük parmağım olan kadınla göz ucundan selamlaştığımda.
bana dönüp diyor ki: acaba sarah j. parker da kendisini hala carrie bradshaw etkisinde hissedip köşe yazılarına devam ediyor mudur?
kıkırdaşıyoruz..
sonra başa dönüyorum.
tanışmamıza, öncesine, sonrasına ve bugüne.
ve onu seviyorum.
iki kişilik dev hanedanlığımızın "petit" ecesi o.

04 Ağustos, 2007

b*lm*yorum

kara kaplı defterimi çıkardım yine çantamdan. yelkenlerimi dolduran rüzgar ve bağ bahçe sularının yudumluk etkisiyle yazdıklarıma şöyle bir baktım. sev-mişim. -miş miyim? hisset-miş miyim?

ne umdum ne buldum, beğenmedim atmaya kalktım, sonra vazgeçemez oldum. ben neler neler yaptım. düşündüm durdum, kurt oldum.
kıvrandım.
kıvrımlarımdaki tüm hücrelerde seni aradım. hepsini yeniden dinledim. içimi yeniden dinledim. ama bugün hiç sesi çıkmıyor.
sanırım bugün seni sevmiyorum. hani seninle ilk gittiğimiz filmdeki adam da kadını o gün sevmiyordu ya. ama ben hala benim ve sen,
hala sensin.
o zaman
bu zaman
şu zaman
ne
adi
şey
şu
zaman

başlıksız

şarkıların insanlar üzerinde bıraktığı etkiler gelip geçici olunca ister istemez kendime batırıyorum çuvaldızı. kocaman kalbimin içinde ağrılı ve iltahaplı yaralar olmasına rağmen, ufak bir çocuk gibi çabucak unutuabiliyorum üzüntüleri, mutsuzlukları, umutsuzlukları..
neler olmuş,
neler bitmiş şu yirmi2 senede,
dinlediklerimle bir film şeridine dönüşüveriyorlar adeta gizlediklerim derinlerimde.
sana yaptığım hatalar beni hem üzen hem mutlu eden.
o tartışmanın ardından tatil heyecanı ve huzuru silmiş benden herşeyi. öte yandan seninle herşeyi alabildiğine konuşabilmek olabilecek en büyük hediye bana.
maziyi anmak istemiyor olsam da, senin bana iyi geldiğini düşünüyorum bir yıldan sonra..
bir teknemiz olacak ne de olsa.

zamansız geçirdiğim kıskançlık krizlerim, seni çok sevdiğimden. ve merak etme "ilişkimizi" zedelemelerine asla izin vermeyeceğim. tek önemsediğim,
nefes almak
su içmek gibi ihtiyaç duyduğum
sen.
tüm dileklerin gerçek olsun.
seni seviyorum.

denizden mektup..

kulağında müzikle sessizliği dinlerken,
dalgaların kıpırtısında başı dönüyor insanın.
boşluğun ortasında, alabildiğine mai.
biraz su, akşama doğru birkaç kadeh şarap.
istersem kitabım yanımda
arada bir kelip geçici insanlarla
kalıcı sohbetler ediyorum zevkler ve renkler üstüne.
üstelik kadının kocası ölürken kalbi yerinden fırlamış.
olabilecek en saf ölüm
kahveyi tercüme etmek tüylerimi ürpertse de
budizm'e göre ruhun bedenden anında ayrılması .
şu sıralar benimle yarışan iki yunus var
tatlı su almak için limana girdiğimdeyse seni zihnime kazıtacağım.
vücutta bırakılan izler kolaylıkla silinebiliyorlar artık.
ve son kez
"artık" kelimesini kullanıyorum
seyre devam ediyorum
yeni rotalar çiziyorum
önce dertleniyorum tek başıma sonra,
yudum yudum unutuyorum dertlerimi yelkenlerimi dolduran rüzgarın sesiyle.
sadece o ve ben varız burda
beni kimseler bilmiyor ama onu herkes çok iyi tanıyor.
olsun.

26 Temmuz, 2007

admissions office

i used to be a good girl. that's why i'd sing "you can't keep a good girl down" but nowadays i just can't get up. apparently i'm blaming it all on your death. the energy you filled me up with every morning isn't there anymore. i tried to restore it as much as i could but have i come to an end?
i'd always been over concerned with your deals in life. people tell me that i have your heart and style. but as much as i love you, you sucked at one-to-one relationships, except with me. i have to face the fact that she's talking behind my back and HT is easy going when it come to pleasing them and he falls for everything they say and i neither want to be like him nor become my mother. i know that she's your beloved daughter and all, and i love her so much too. but she's kind of snob and she tears herself apart for everyone else besides herself. i want to be somewhere in between the two. but i'm lazy. in fact i'm too lazy to do anything. whereas i'm afraid that he's not gonna love me if he discovers my ugly thoughts but i can't even please my own parent, why should he love me?

ben o mualla'yı sandala atıp..

böyle gümbür gümbür giriştim yazmaya orhan veli dizelerinden kopup. annem sordu bugün iyi olup olmadığımı, eyvallah diye bir laf atıverdi kendini dişlerimin arasından dışarı, böyle bön bön bakakaldık birbirimize, ben elimden çantamı düşürdüğümde telaşlı titremelerle. aslında keyifli geçiyor gibi hayat, kendisine dair "pros and cons" listeleri dolanbaçlı yollarında işlemeye koyulmadığında beyinciğimin. pek bir "first impression" ihtiyacı duymaksızın genç-yaşlı herkese kendimi kaynatıp kaynatıp satmayı başardığım cafcaflı günlerden birkaçını bozdurup bozdurup harcamaktayım bol keseden, ekmek elden su gölden. dedim ve yine kaybettim. ekmeğin elden suyun da gölden olmayacağı zamanlar, sağıma soluma bakmaya fırsat vermeden karşıdan karşıya geçmemi gerektirecek kadar yakınımda olduğundan, bu yola atlayıp şans eseri genel geçer kaidelerle va hain insancıklarla dolu bu vızır vızır "das autoban"da bana sağ sağlim öteki (öteki taraf kime göre, neye göre? öteki tarafta ne var? geçmek lazım mı yoksa keyfe kedere kalmış bir durm mu?) tarafa geçme ihtimalim var mı yoksa ilk saniyeden bangır bangır bir korna sesinin ilk sismik dalgası kulağıma çarpmadan altında kalır mıyım onca araçtan birinin bilemediğimden, epey büyük korkular içinde sarmaş dolaş kendimle boğuşmaktayım. gelecek kaygılarına bir de kalp sancılarımı ekliyorum ve sado-mazo kişilik çatışmalarımı patlatıp mısırımı, uzatıp ayağımı izliyorum. bana katılır mısnız diye size de yönelmek ve ilişki kurmak isterim, zira şu sıralar temas ettiğiniz herşey üzerinize yapışıyor global mlobal topluca kızarmaya yüz tuttuğumuzdan. pek memnun kalıyorum bireyselliğimden. gerçi bir sarhoş olmuşum ve bu içimdeki mevzular içimden çıkıp mojoyu daha büyük bir ring olarak kullanmışlar, ve ben aslında her bir detayı bal ve kaymak gibi hatırlıyorum ama bana koyan bir öyle bir böyle insanoğlu canavarları. üstelik, şu an açım.
ve keyifli bir kahveyle dizi izleme niyetindeyim. buyurmaz mısınız?

18 Temmuz, 2007

to

ne kadar aradım o kitabı. nono'm okumuştu. benim kırmızı balonum. öyle bir balonum yoktu belki, umudum vardı onun yerine. hayallerim vardı. kurmuştu(m)k beraber. çok yakınındaydım, görememişim. kanımı akıtmışım, farkına varmamışım. yatağımda uyurken seni sayıklayıp, uyanığımda sen diye fırlamışım ama sen hiç orda yomuşsun. olmayışın beni yıldırmamış, kendi kendime yaşamaya devam etmişim seni. ne yazık diye bakıyorum şimdi geriye. neler vermişim kendimden. senden almadıklarım kolilerde duruyorlar şimdi arkadaki rutubetli odada. bir iki defa usulca aralayıp kapısını baktım içeriye. kolilerin üstüne tırmandığımı hayal ettim. büyüdüm. şimdilerde o odadan sesler geliyor geceleri. açıp bakmaya hiç niyetim yok.
sen kendine zarar verdiğinde çok ağlamıştım. bencilceydi belki ama bize dair kurduğum ve senin asla yanından bile geçmediğin planlarımı yıktığın içindi. diyorum ya çok yakınındaydım, göremiyordum asla olmayacaklarını.
çok merak etmiştim nasıl olacağını ilk karşılaşmamızın. ne yaparım, nasıl hissederim, ne düşünürüm, nerede olur, kiminle olur.. derken dipte olduğum bir anda aynada gördüm seni. ama o gece o kadar çok senden vardı ki, hiçbir anlamınız yoktu artık benim için. keyifle sarhoş oldum. arkama döndüm, geçmişe ufak bir göz kırptım. ve son.

yepyeni bir moleskine aldım kendime. üstelik çizgili değil bu kez. açtım ilk sayfasını ve tek bir isim yazdım. sayfalar ilerledikçe içi kendi kendine doluyor, ben yalnızca okuyorum. toz pembe bir masal yazmıyor elbet, acı da var içinde. ama hayaller tek taraflı kurulmuyor. ve hep istiyorum o'nun yanımda nefes almasını.
benden bu kadar.
sen de mutlu ol.

16 Temmuz, 2007

hotdog flavored chocolate starfish

sometimes its all so hard to bear.
arada çok konuşanları devirmek lazım
but im gonna hang on, listenin to my heart.
bu ikileme pek bir komik.
artık i don't (*) her.
i love you.
palaka cenneti izmir.
düğün derneklerden sıkıldım.
hamile kalmak istedim.
limp bizkit özlemişim.
gittim, gezdim, geldim, uyudum.
kumbeachde düşünmüştüm ya acaba mümkün mü diye, sanırım mümkün olabilitesine inanmaya başladım.
cheers.

11 Temmuz, 2007

öte/beri

08.07.07
------------

bazen sevginin ötesine geçtiğimiz anlar olur. alaçatı aile saadet bahçesi kısa süreli nefretliklere dönüştü dün. benim azgınlığımdan mı, babamın kızgınlığından mı karar aşamasında içinden çıkılamaz kuyulara yüzbinlerce defa attım kendimi. bir avuç fındıktan winston ikramı muzlu mavi jöleciklere geçiş yaptıktan sonra "fevkaladenin fevkinde" bir nesiller bulamacı içinde belleğimi kurcalarken buluverdim kendimi evim evim güzel evim konser mekanının ılık rüzgarlı çimlerinde. arada bir aklıma düşüp kimi zaman varlığından haberdar dahi olmadığım sen düştün yine aklıma. sonra geçmişe mazi dedim bebekten denize attığım sarı laleler eşliğinde. pek de iyi ettim. aferim bana.
iğrenç bir sözcük olsa da mecburen, hayatta mecburiyetten pek çok şey yaptığımı farkettim. belki sevmek bile mecburendir derken dün ve bugün karmaşası, istanbuldan kaçmışken beni yine buldu ve vurdu topuklarımdan kaşla göz arasında. topallamak hızımı kesmişken kaybolmuş hislerimle karşılaştım yolda ama sen çok geç kaldın. mıncık mıncık düşünceler kazan kazan kaynayıp müzikli sağırlıklara yol açmıştı bile. sonra güneş kaçtı. hep senin yüzünden.
ama annem var. koyu bir çay içtik.
ama annem var. okşamak iyi gelir.
ama annem var. onu seviyorum.

04 Temmuz, 2007

temiz

birkaç duble beyaz, biraz kırmızı, azıcık hoş sohbet. önden ağzı toparlasın diye biraz naneli su. tazecik elden tek şekerli, bol köpüklü bir fincan türk kahvesi. yanında birkaç yudum kanyak. tatlı, masum bir mayhoşluk.
içim geçerken istedim göğsüne kafamı koymak.
"aç kapıyı" dedin, bugün.
uyku çağırttın. üstelik elin boş gelmemişsin. kutu kutu huzur. pek de lezzetli.
ellerine sağlık.

03 Temmuz, 2007

aftermath

pek doygun renklerin ardından parmakladılar aç karnıma beni. biraz dinlendim gölgede. sonra nişanlı koydu. inadına özledim. sonra özlediğimden kaçtım. kusmak istiyorum..
yaz güzel geçsin istemiştim ama bir mevsim daha çöp oldu. çabucak kış gelse ya, alışkınım ne de olsa soğuklara.

30 Haziran, 2007

günlük tadlar

2 gündür 45 derece olan hava koşullarına rağmen ne kadar mesudum anlatamam. (buna da pek alışkın değilim ya: allah bozmasın, amin, falan..) eskilerden hikayeler dinlemek, doygun bir dinletiye kulak vermek gibi, silivride hiç olmayan yazlıklar edindirdim kendime. hayali arkadaşlar buldum, hepsi gerçek.
yargıları önünden iteleyiverince insan tüy gibi hafiliyormuş. yeniliklere yelken açınca, denizin derinliklerinde kendine ne çok pay çıkıyormuş. seni sevebiliyorsam onu da sevebiliyormuşum. sevmişim. ne güzelmiş.
anlamış.
zaman zaman "biz tatlı kullanmıyoruz" damarına basılsa da dans etmek istiyor insan latin ezgilerle denize karşı kapalı perdeler ardında. üstelik takunyaların yürüyşe el verişli ortamında bile bu özveri daha yoğunlaştırıyor hissi ve uyku tutmayınca hayvani içgüdüler fırlayıveriyor.
akıllanmıyorum belki de.
ama sevebildiğimi gördükçe coşuyorum.
sus pus oturmuş, "peki" diye bekleyen başkaları da varmış üstelik. bu hüznü paylaşabildikçe daha da bir keyifleniyorum. çaylar tavşan kanı olsun. benden.
sen yeni pantolonunu giy, biz şort mayolarımızı. peşimizde 50-50 dağıtan adamlar, elimizde kumlu midyeler, deniz kenarına gidelim, kaleler dikelim.
zıp zıp bozalım, yeniden yapalım.
dedim ya, onu seviyorsam seni de sevebilirim diye.
sevdim de.


cheers.

24 Haziran, 2007

damn/ation

you are not the person i thought you were vs. i need you, come, gimme a big hug

23 Haziran, 2007

black satur-mornin'

anlık üzüntülerin kraliçesi olduğumdan mıdır bilemiyorum ama biraz önce evde tek başıma kalmış olmanın verdiği sonsuz özgürlük hissi ile minnoşumu göndermiş olmanın getirdiği karşı konulması imkansız hüznün arasında aldığım ölümcül darbelere karşı koymaya gücüm yok. beni örnek almasının yeterli olmadığını biliyorum. hatta benden iyi olabilmesi için onu teşvik ettiğim bir çok konu var ve başarılı olması ya da olmaması benim onunla duyduğum gururu asla etkileyemiyor. öyle ki, yalnızca varlığı bile benim kendisiyle gurur duymama yeter de artar bile. büyüyebilmesi için, kendi ayakları üzerinde durabilmeyi öğrenmesi gerekiyor. o kadar çatışıyorum ki kendimle. henüz 16 yaşında küçük bir kadın olmasını umursamayarak kendisine akıl danıştığımı unutup, iyi yolculuklar dileyerek kendisine sımsıkı sarıldığımda o, benim için yeniden daha dün annemizin söyleyerek yemek yemesi için yalvararak peşinden koşturduğum, dünkü boklu velet oluveriyor. o zamanlar da ayrılamazdım ki kendisinden. ben onun küçük annesiyim. hayatı boyunca yattığı kat kat şiltelerin altında tek bir bezelye tanesi olmaması için canımı verebilirim.

i need to go back to the future

artık beni hiç şaşırtmayan culture jammer halim giderek melankolik bir hale bürünerek içim duvarlarını bir sarmaşık gibi kaplamaya koyulmuş. bir yandan "seni seviyorsam bundan sana ne" diye sus pus oturup, bugüne kadar kendi istediğini kendi istediği için yapmış olmanın huzurunu yine kendi kendine kaçırıyor. öte yandan da "bu ne dünya kardeşim" diye isyanlarda. fiziksellikten uzaklaşabilmek için, içimdeki ışık geçirmeyen odalardan birine kapatıyorum kendimi. bunu tekrarlayış katsayım ve oda sayısı malesef ters orantılı olduğundan, bu kapandığım odanın karanlığında bile bir tanıdıklık var. özümsenilmiş olan bir adet taç, yarım kalmış 2 telefon ve içi verilememiş kararlarla dolu hasırdan bir sepet.
beni duygu sellerine maruz bıraktığı için kutulayıp kaldırdığım birtakım eşyalar artık anlamlarını yitirmişler, ne hoş. ancak o günlerden kalan ve hergün yüzleşmek zorunda olduğum bir parça var ki, genellikle beni rahatsız etmese bile bazı karşılaşmalarımız hiç de hoş olmuyor. ona bakıp aradan geçen bunca zamana rağmen sadece gerilemiş olduğunu görmek bendeki bu duygusuz dişiyi harekete geçirmiş olsa da, ben de çok ileri gitmiş sayılmam aslında. yıpranmışlıkların ardından yeniden birine güvenmeye başladığında ve o güvendiğin "birey" "hop hop kırmızı top"sa, o zaman insan geçmişi sorguluyor.

kendimi karşıma almaktan nefret ediyorum. mutlaka kazanıyor..

21 Haziran, 2007

untitled

its been about fifteen minutes since i woke up and my heart has been broken twice, already. but why should i care, i'm a big girl and i will live life however it comes. i'll be strong. as Chandler says: i am a strong, confident woman..

dog fight

olaylı yer; mojo!
her gidişimde, önümden geçen tanıdıklar, sevmediğim ama yine de gelip hal hatır soran gereksiz kişilikler, yüz bin milyon yıl önce tandığım ve artık hakkında hiçbirşey bilmediğim halde daha dün annemizin şarkısı söyleyerek yanıma koşup muhabbet etmeye çalışan insanlar, aradan geçen zamanı farkedemeyip eskileri soranlar, ya da yenileri deşmeye çalışanlar.. hepsi bir bütün burada, ve her defasında bir kavga çıkıyor. ne ben çıkarıoyrum ne de benim yanımdakiler, ama mutlaka bir dog fight yer alıyor saatler 4ü gösterip de "arkadaşlar kapattık" müzikleri çalmaya başladığında. ancak ilginçtir ki bu gece bana her kim sorarsa sorsun "the question"ı ben umursamadım, hatta cevaplar yada cevaba giden soru işaretleri aklıma bile gelmedi. bu, geçmişin nasıl zamanla yok olduğunu daha yeni görmüş olmamdan mı kaynaklanıyor yoksa gerçekten de umrumda olmayışından mı bilemiyorum. kısa bir zaman önce çok sarhoş olup haneye tecavüz etmişliğim bile var. oysa bu gece gelen hesap bana koymuş olsa da alınan alkol vız geldi tırıs gitti. yeni bir haneye tecavüz, yahut sonradan pişman olunacak bir mesaj atmama izin vermeden, ben avazım çıktığı kadar bağrınmaya başlamıştım. bağırdıklarım içimde tuttuklarımdı. bu gece konuşulan saçmalıklar, alışılmışlıklar ve fakat farklı giden zaman akışıydı. şaşrıyor insan. olan bitene ve kendi duygularına. zaman gerçekten korkutucu bir güç hayatımızda. kıymetini bilmek gerek.

sevmiyorum bugün baktığım hiçbir fotoğrafta, ne seni, ne onu. uyandığımda ne olur bilemem. ama artık oyunlardan sıkıldım.

20 Haziran, 2007

save it till the morning after

i said i need a moment and i've had quite a few moments for the past few days.
i've read,
i've had therapeutic baths,
i've drank some good wine,
i've played along.
but then i went to shopping and i bought a dress and i felt good in it.
so last night i wore it to a party.
B.B. doesn't remember the 1st place award he presented me in that painting contest i entered when i was 9. the worse part is, i can't think of anything any better that i've done since i was 9. but i believe i still have the talent. if i didn't i wouldn't be me today. and whatever happens, i love me!
cheers!

17 Haziran, 2007

ode to joy

my dear rabbit!
babalar günüyle senin doğum gününün aynı güne denk gelmesi babana çok koydu. annense için için kan ağlıyor. küçük emre ise olan bitenin pek farkında değil gibi gözükse de ablasını çok özlüyor. ona 6 yaşındayken aldığımız süperman kostümü hala çekmecesinde duruyor artık kendisine olmadığı halde. ben de bugün mezuniyet foroğtaflarımıza baktım. ne kadar da güzelsin. o en çiğ sarı bile sana yakışıyormuş. zaman zaman ağlayacakmış gibi oldum mezarının başında ama elin hep elimin üstündeydi. hissettim varlığını. gerçi bu çok daha kötü ya, neyse. toprağına bangır bangır "more than words" dinlettim, senden kalan tüm hücrelere iyice işlesin diye, sen duy beni diye. kimi zaman seni çok özlüyorum ve dayanılmaz olabiliyor herşey, ama itiraf etmeliyim ki kimi zaman hiç aklıma bile gelmiyorsun. kendimi kötü hissetmiyorum seni tekrar anımsadığımda. aklımdan bana birazcık olsun huzur vermebilmek için çıktığının farkındayım. ama yine de gözlerim dolu dolu oluveriyor işte. o kadar bayağı ki seni sevdiğimi söylemek mezarın başında. birgün öleceğimi ben de biliyorum ama senin bu konudaki cesaretine gerçekten hayranım. her neredeysen, yanına geldiğimde, burda eksik kalmış olanları beraber dolduracağımızı bir şekilde biliyorum. bu da bana fazlasıyla huzur veriyor. ve artık sen aklıma geldiğinde gülümseyebiliyorum. aynı senin içtenliğinle, aynı seninki gibi kocaman, aynı seninki gibi gürültülü. içimdeki sen de, benimle beraber büyüyor. beraber..

mualla

daha sonra üzülmemem için şimdiden üzüp alıştırıyorlarmış beni. how fucked up is that?
i do nothing, you do everything, and then its all my fault. oh ne ala mualla..

16 Haziran, 2007

let there be light

will
there
be
bright
sunshine
after
the
dark
winding
path
we're
walking?..

maskara

Aklımı aldın yollarda yalnız bıraktın
Aradın buldun kanıma girdin sen benim
Sözlerin çöpmüş anlatılanlar çamurmuş
Gözüm karardı savaşa hazırım ben artık
Şimdi nerdesin
Vura vura yaptın maskara
Hadi ban saldır son defa

kutb-u kuzey

İçimdeki bu büyük boşluk
Kuzey kutbu kadar soğuk
Gelme yanarsın tenin inceciktir senin
Bu büyük boşluk çok çok soğuk
Kuzeyde bir yerde dolanır dururum
Hayaller içinde
Bu beyaz boşluk sahibim oldu
Kardanadamlar dostlarım oldu
Tüm bildiklerim buz olup dondu
Soğuk nefesimle hep arar oldum
Kuzeyde bir yerde dolanır dururum
Hayaller içinde

d.o.f.

the abyss of my subconscious freaks me out. how can one solve a math problem during a soundly sleep and wake up with the correct solution in the morning?

tra la la

sordular,
"seems the road less traveled
shows happiness unraveled
and you got to take a little dirt
to keep what you love"
dedim. mehter takımı gibi 2 ileri 1 geri saymaya başladık.
pişman olduk.

sonra kendim çizdim yolumu. kimseye danışmadan, kimseye karışmadan.
içimi dışıma vurdum, oynadım oyunumu.
NOW
they get mad at me when i say "i don't know" but it's true.
so don't ask me, i know nothing
when i go to sleep
i just want to sleep
and not think of you
or not think of that
i just want to forget that there's no hope
for the time being

and don't wait for me
coz i feel nothing
when i .. la la la la

i'm covered in the sticky, yellow substance called emotion.
is it me or is it just hormones?

hush

nedense şu an içimden geçenleri yazma cesaretini kendimde bulamayıverdim. yakın gelecek için planlar yapıyorum havuzlu, mangallı. bir yandan da yapmıyor olmayı dilediğim ama yapmak zorunda olduğum bir geçmiş eşeleme işi var başımda. kabusum olup duruyor. ve ben kusamıyorum. uygulayamadığım zalim fikirlerim var ama bugün yine hiç birşey olmamış gibi baktım aynaya. mırıldandığım ancak nerden bildiğimi anımsayamadığım bir şarkı var. çıkmıyor bir türlü. bense durum tasvirinde çok başarılıyım ancak duygusuzluktan iliklerim kuruyor. iliklerim kuruyor da tüm o yapışkan sarı sıvı yüzüme gözüme bulaşmış halde. temizleyin beni!

15 Haziran, 2007

whatever!

it's hard to say it, i hate to say it, but it's probably true

**

mojo denen rezil yerin hayatım üzerindeki etkisinin "0" olduğunu farkettim bu gece. kağıt üzerinde getirdikleri ve götürdükleri aynı gibi gözükse de fiziksel ve duygusal ağırlığı asla eşit olamaz. gözümün önünde eski anılar canlanırken, yeni gelenin eskiyle çatışması beni rahatsız etmiyor. geçmişi; canımı acıtmasına izin vermeden anımsayabiliyorum artık. yanımdakilerse ses ve dokunulabilir kaos olarak barınıyorlar bu anlarda. yine de canım içmek istemiyor. kendi kendimle çatışmaktan ve sonunda bu anlamsız çatışmadan galip çıkmaktan keyif alıyorum. onca birey arasında kendimi yalnız değil, içimdeki hanedanın kraliçesi olarak görüyorum. büyüyorum.. ve bir perşembe günü saat 03.18 de orada sonlandırabilirim herşeyi. blues iyi gidiyor.

sonra çıkıp ıvırı zıvırı toparlama işlemleri sırasında yeni girdiğim ama bir şekilde yabancı olmadığım o yerde karşıma bir sırt çıkıveriyor. aslında hiçbir anlamı yok ama hanedanlık çalkalanıyor. oysa ki rüyada sırt görmek acele karar vermemeniz için uyarıdır, ayrıca sizden habersiz gelişen olayların dışında bırakıldığınız anlamına gelir, derler. ama bu sırt rüyada değil, gerçekte ve çok başka çağrışımlar yapmakta. biraz önce büyümüş olan ben, kraliçeyi tahttan indirme noktasına geliyorum, dolan gözlerimi etrafımdakilerden gizlemeye çalışırken. nereden çıktı şimdi bu sırt, ve bilinçaltımın derinlikleri bu işe neden karıştı? o saç kesimi neden öyle ve dünya üzerinde başka şapka, başka küpe mi kalmadı? peki o beyaz t-shirt üstüne o gömlek? ya altındaki adidas eşofman? tanrım bu kadar çabuk sarsmak zorunda mısın benliğimi? ve bir anda kalp atışlarımın artışını, kanımdaki hızlanmayı, beynime gidemeyen oksijenin baloncuklarını tüm vücudumdaki o tiz tireklikle beraber hissediverdim.

15 dakika bile olmamıştı. when i was young, much younger than today, tuesday's gone and i just don't want to be alone right now.

sırt, yüz olunca bütün bu gereksiz gerginlik bir anda yok oluveriyor ve ben yine hanedanlığımın başına çörekleniveriyorum böbürlene böbürlene. ama çok uzun sürmeyecek olma ihtimaini artık hiçbir hücremden çıkartamıyorum.

tonight i've thought through all the good, all the bad and all greys in between and it all is just very very simple. it's all the thrill of the chase. plus, old wounds can be sneaky and even though we learn from our mistakes we may repeat them. in the end it's ok because there is a lot of things in life that makes no sense but we do them anyway.


consciousness report

start time: 13:30
alcohol consumption: zero
self entertainment: witty smiles made into giant laughters
end time: 04.30

--

self-criticism:
- i love bacon
- friends are always good for you
- people sometimes can crash just as computers
- i don't have to listen to anybody but me
- good music will never hurt (even in a dumpster)


13 Haziran, 2007

on the contrary

i cannot just not think about it and its all very intimidating.
finders keepers, losers weepers.
i have no idea which one refers to me and i don't know which one i want.

get soaked in white
but hallucinating is not the solution i'm looking for.
plus i never ever got soaked, i don't even know how to do it.
maybe i'm just ..



bullshit!

mummzy

kaçsam ya şöyle birkaç gün bir yerlere,
kafamı dinlesem biraz, hafif bir kitap okusam,
düşünmesem azıcık.
coz this emotional cha cha is exhausting!

ne zamandır görmüyordum,
annemle konuştum biraz. -iyi geldi.
pişman olsam da sözünü dinlemediğimde,
pişman olma riskini göze alıp dinlemeyesim var yine.
günümüzde kalbi kazanmak kadar harcamak da kolay olunca,
ibreyi alçaltmak iyi olabilir mi acaba diye düşünüyorum.

al, bak yine düşünüyorum.
is-te-mi-yo-rum-!

kedi mi alsam acaba?

artık

eskisinden farklı olacağına söz vermiştim
gözüm kapalı omuzladığım dağları yok sayıp
o ise "artık" bir önemi yok demişti
dağ dağa küsmüş dağın haberi yok
ben hala altta
çatırdamasın diye var gücüyle kabuğunu
doldurmaya çabalayan

içimdeki çocuğu balonla,
pembe pamuk şekerle kandırdım-
dışımdaki kadın
aç,
açıkta kaldı.



*


şimdilerde ise nihavent çığlıklar sokağında
köşeyi döner dönmez sokak lambasının altındaki karanlıkta
zaten sorarsanız gösterirler, herkes bilir beni buralarda..



*


takipler ve isteksizlikler ikileminden sağ sağlim kurtulursak eğer
sana, gökten düşen "üç" elmadan birini vereceğime söz veryorum

dı dımm dım dımm

sex & the city is therapeutic
but i still need some fine wine and jazz
and i need to get rid of my dreams
for a while

renklerin içinde

elimde bir kamera,
geziniyorum.

parklar, bahçeler, denizler, dereler, boş sokaklar, kalabalık alışveriş merkezleri, otoparklar, barlar..
sonra çektiğim filmleri özenle yıkayıp, parmak izi olmasınlar diye üzerlerine titreyerek her birinin, teker teker asıyorum kurumaları için.
negatifler, dialar, orta formatlar, siyah-beyaz filmler, renkli filmler, 200 asa, 400 asa, hepsi cins cins..
bir de basıyorum onları teker teker.
color correction dayıyorum, satürasyonlarını tavan yapıyorum,
ama,


içimin renkleri solmuş.

a tribute to granny

bugün jürim kötü geçti.
projelerden biri bana, onu özletti.
i wish i had taken more pictures with her-
i wish she came to my dreams more often-
i wish-
Gözde'nin annanesiyle geçirdiği her günü fotoğrafladığı projesi ve o "son gün"ü fotoğraflayamaması..
belki benim de cesaretim yoktu,
belki de çok küçüktüm,
ve belki yeterince bilinçli değildim..

gözlerindeki "beni böyle görmeni istemiyorum" bakışı,
yardıma muhtaçlığı,
elimi son tutuşu,
o titrek dokunuş ve doktorun ifadesi.
hepsi o kadar hızlı olmuştu ki-

all of a sudden,
a rush of blood to the head-
i wish,
i had never pushed her that time at the wedding,
i wish,
i had the chance to apologize to her,

-

just hope that she knows about the boundless love i have for her.
rest in peace.