25 Ağustos, 2007

shoes

not long ago i heard someone say that taking your shoes off was about intimacy. getting comfortable around the people you truly love and trust. its not going to some friend's house and taking your shoes off when youre told, what im talking about is getting comfy in a situation where others wouldnt approve. not minding "the others" and knowing that the person youre getting intimate wouldnt also mind. im just blabbering about the same thing over and over again, dont mind me. but as far as im concerned, you do mind. get your damn shoes off of your filthy feet.!

23 Ağustos, 2007

isyan-ım

eskiyi hatırladıkça elimdekini kaybetmekten korkar oluyorum. suçluluk duyuyorum anımsadıklarımdan. git başımdan.

tüm hakları saklıdır

yarın erken uyanmam gerekirken, kaybolmuş uykum gecenin karanlığıyla bütünleştiriyor beni. sahte sahte gözlerimi dinlendirebilmek umuduyla, koyun yerine saydığım hedefe doğru azalan günler. varlığım ve yokluğum arasındaki iki gıdım çabamı ihlal etme hakkını kim veriyor sana da gelip aklımın en ücra köşesinden girip o karanlıkta yanlış yollardan geçip doğru yere gelebilmeyi başarıyorsun. takvimin son yaprağı düşerken farkediyorum bunu ve ürkek ürkek sıçrıyorum yerimden. gözümden birkaç damla yaş geliyor ama içimde ıssız çöl rüzgraları esmekte. geçen üçyüzaltmışbeş günde ne kadar büyüttün beni. ve şimdi kadehimi şerefine kaldırıyorum.

21 Ağustos, 2007

Tao

i skip the introduction. if the book goes in the trash, i want it to go because of my thoughts on it, not because of some Asshole's thoughts who wrote the introduction.
the text begins. i consists of a series of short poems numbered one through eighty-one. the first one says that the Tao is that which has no name and is beyond any sort of name. it says that the names are not necessary for that which is real and for that which is eternal. it says that if we are free from desire, we can realize mystery, that if we are caught in desire, we only realize manifestations. it says mystery and manifestations arise from the same source, which is darkness. it says darkness within darkness is the key to all understanding. it is not enough to make me throw it away, but i am also not convinced.
i keep going.
number two. if there is beauty, there is ugliness. if there is good, there is bad. being and nonbeing and difficult and easy and high and low and long and short and before and after need, depend, create and define each other. those who live with the Tao act without doing and teach without saying. they let things come and they let things go and they live without possession and they live without expectation. they do not need, depend, create or define. they do not see beauty or ugliness or good or bad. there just is. just be.
number three. over-esteem men and people become powerless. overvalue possessions and people begin to steal. empty your mind and fill your core. weaken your ambition and toughen your resolve. lose everything you know and everything you desire and ignore those who say they know. practice not wanting, desiring, judging, doing, fighting, knowing. practice just being. everything will fall into place.
four. the Tao is used, but never used up. an eternal void, it is filled with infinite possibilities. it is not there, but always there. it is older and more powerful than any God. it is not there, but always there. it is older and more powerful than any God.
i stop reading and read again. one through four, again and again. the words and the words together and the meaning and the context are simple, so simple and basic, so basic and true and that is all that matters true. they speak to me, make sense to me, reverberate within me, calm ease sedate relax still pacify me. they ring true and that is all that matters truth.

20 Ağustos, 2007

fo(u)rtune

zaman zaman kötü bir özellik olduğunu düşünsem de politik olarak insanları idare etmek genel geçer bir kaide olarak işe yarıyor gibi duruyor. ilişkiler konusunda uzman olduğumu iddia edemem elbet, ancak duygularımın beni nasıl yönlendirdiğinden yola çıkarak geçmiş hatalarımı tekrar etmemek benim elimde. insanlar farklı, ben farklı. beklentilerimi azaltmış olmam asla ve asla çıtayı indirdiğim anlamına gelmiyor. sadece karşımdakine sunduğum esneklik onun birtakım eğilimlerinden kurtulmasına yardımcı oluyor fikrimce. ve bu sırada ben farkına varıyorum ki aslında cümbür cemaat peşinde koştuğumuz şu mutluluk denen "şey" algılarımızı ne kadar açık tutarsak o kadar çabuk ve ana maddesine tezat bir şekilde bir o kadar da büyük geliyor üzerimize koşar adım. gerçekliğinin belirsizliğinden ne kadar ürktüğümü bir kenara bırakırsak, içinde 4 all my life geçen bir mesajın bende sebebiyet verdiği serotonin ve endorfin artışı, babamın süpriz yapıp araba aldığı günki salgı durmuma oranla karşılaştırılamayacak kadar fazla. ufacık tefecik, incir çekirdeğini doldur(a)mayacak jestlerden etkilenmek yakışık almasa da, insanların ö(d)z sularını tatmak ancak onlarla mümkün. ve bugün yine sıradan bir konuşma sırasında bahsettiğim açlığımı dindirmek için onca yolu arşınlayıp gelmek bu çekirdeği 3yüzmilyondolar defa dolduruyor, onun haberi yok.
o zaman kendisi hazır toplantıdayken ben fırsattan istifade edip çığırmak istiyorum: "psst yakışıklı" seni seviyorum!

12 Ağustos, 2007

forgive me father for i have sinned:

zeytinyağı ve suyun birbirinden ayrılması gibi bariz bir duygusal değer gerektirirken sosy(e)allenmek, birden çok bilinmeyenli denklemleri çözme uzmanı oldum, üçlü çıkarmalarla çapraz sağlamalar yaparak. merkez kaç kuvvetinin yutan elemandan etkilenmemesi bir yana, doksansekiz-doksandokuz-yüz-önüm-arkam-sağım-solum-sobe diye bağır-çağırırken ebe, saklandığımız duvar önümüzden puff diye yok olup gider olmuş. tavşan kaç grubuna katılacak olsak, artık düşüp kalkmak rahat gelir olmuş. çocukken uyumadığımız öğle uykuları burnumuzda tüterken insan(sız)lık kaosunun göbeğinde, Alice'in harikalar diyarında bize yol göstermek için bekleyen tavşanın cep saatinin tik-taklarını Charlie'nin fabrikasındaki çikolata şelalesi misali kanımıza karıştırmış ve "akşam olsa da yatsak" ruh halimizi tuzla buz etmiştir artık. gözümden akarsa çok özleyeceğim ve yüksek ihtimaller duvarını fersah fersah aşıp yenisini bulamayacağım bu son damla uykumda seninle ilgili yalnızca-üç-yüz-milyon tilki iki ileri bir geri mehter takımı eşliğinde dolanmakta hücrelerimde. senin yüzünden ve senin için kendimden geriye dönüşlerim oluyor bu aralar. bin-bir-gece-masallarında bile bahsi geçmeyen you-know-who karakterleri yaratıp, dövüştürüp, zafere koşuyorum. dünyanın reel olmayan m(ay) uydusu dolaylarında seyrederken, ruhumu bir www cehennemine rehin(e) bırakıp ısmarladığım "zımbırtı" gelemedikçe, kendimi daha da bir beş-para-etmez hissetmekten a-lı-ko-ya-mı-yo-rum. korku ve kaygılarım beni bir zamanlar bildiğim bir hikayedeki ece gibi erlik han'a tapınmam için karanlık tarafa çekmeye çalışsa da, ben kendime yenilmeye pek niyet etmiyorum. bana, ayar ayar gerçeğini sunmak istediğin altın kaplama düşlerin peşinden gitmek yara(ı)şır. ucu bucağı olmayan bu kör karanlık tünele senin biletini kesmişler ancak. kapıdaki güvenlik bir galatasaray-fenerbahçe maçındakinden daha katı ve hiçbir müsama gösterilmiyor. buraya kadar eşliğim sana. ışığı gördüğün yerde yeniden tenlerimiz bir olacak diye hummalı umu(l)t(u)lar içindeyim ve fakat-ama-zira başını avuçları arasına almış, küçük ve savunmasız bir çocuk gibi karşıma geçmiş defalarca özür dilediğini söyleyen sen beni her türlü duygusal ve kimyasal ve vücutsal ve ruhsal karışıma yöneltmektesin. en çok öfkemi ayırabiliyorum bunca data arasından. benden dilediğin özrü ancak ve ancak sana verdiğim bu kalbe zarar getirmeden tünelden çıkabilirsen kabul edebilirim. olmazsa da, başımın-gözümün-gönlümün sadakası olsun, varsın ölsün.
senden önemli mi allah'ını seversen..

07 Ağustos, 2007

the name of the "boat"

the sun is bright and the sea is blue and the leaves are greener than ever and its a nice day out just because i have you on my mind. but then the blue is not as blue and the green is not as vivid and the sun is still up and bright but it is not as nice a day anymore. just because i have you on my mind. i think it is the ying and the yang together. just because i know that you are thinking of and for me despite all the things.
that is just enough.
thank you.
i love you.

06 Ağustos, 2007

kahve6

uzun zamandır kapısından uğranmamış, önünden geçerken bir selam bile verilmemiş bir yere giderken "acaba"larla dolu karın ağrıları çektiğim taksi yolculuğumda, gelip geçer insanları ve harcadığım emekleri düşündüm. kapısından girdiğimde kendimi onca "tik-tak"a rağmen hala evimde hissedebildiğim, kahvemi nasıl içtiğimi hatırlayan güler yüzlü insanların bunca zamandır nerelerde olduğumu tüm iyi niyetleriyle merak edip, tatilin bana yaramış olduğunu içtenlikle sarfedip, her zamanki yerime geçmek isteyip istemediğimi sormaları karın ağrımın gereksizliğini pekiştirirken daha derinlerde başla kalıntılar buldurdu bana.
bir dönem birlikte nefes alıp verdiğimiz insanlarla aramıza giren zamanlar ve mekanlar, geri dönüşü olmayan boşluklara sürükleyip, bizi hepten dımdızlak terk etmek zorunda mıdır?
bu zamanlar ve mekanların bittiği yerde, hiçbir kas hareketi kullanmaksızın kalındığı yerden nefesler birleşebilir mi? yoksa bu da hayatın azizliğine uğramış olmanın başka bir boyutundan başka birşey değil mi?
baş ve serçe parmaklarım arasında gidip gelen bir sayıdan ibaret insanlar var hayatımda. çeşit çeşit girip çıkan ama hepten terk etmeyen. aramıza akın akın insan, kumlu kumlu "tik-tak" ve hektar hektar mekan girmiş
ama
biz yine biz kalmışız.
ben böyle sorularla kalıntıların miladını çözmeye koyulmuşken sadece sayfalarda ilerleyebiliyorum. ve oturduğum sandalyede, ayağımın dibine kıvrılmış köpekle, yudum yudum huzurla içerken kahvemi, hayata bir köşesinden tutunduğumu hissediyorum yüzük parmağım olan kadınla göz ucundan selamlaştığımda.
bana dönüp diyor ki: acaba sarah j. parker da kendisini hala carrie bradshaw etkisinde hissedip köşe yazılarına devam ediyor mudur?
kıkırdaşıyoruz..
sonra başa dönüyorum.
tanışmamıza, öncesine, sonrasına ve bugüne.
ve onu seviyorum.
iki kişilik dev hanedanlığımızın "petit" ecesi o.

04 Ağustos, 2007

b*lm*yorum

kara kaplı defterimi çıkardım yine çantamdan. yelkenlerimi dolduran rüzgar ve bağ bahçe sularının yudumluk etkisiyle yazdıklarıma şöyle bir baktım. sev-mişim. -miş miyim? hisset-miş miyim?

ne umdum ne buldum, beğenmedim atmaya kalktım, sonra vazgeçemez oldum. ben neler neler yaptım. düşündüm durdum, kurt oldum.
kıvrandım.
kıvrımlarımdaki tüm hücrelerde seni aradım. hepsini yeniden dinledim. içimi yeniden dinledim. ama bugün hiç sesi çıkmıyor.
sanırım bugün seni sevmiyorum. hani seninle ilk gittiğimiz filmdeki adam da kadını o gün sevmiyordu ya. ama ben hala benim ve sen,
hala sensin.
o zaman
bu zaman
şu zaman
ne
adi
şey
şu
zaman

başlıksız

şarkıların insanlar üzerinde bıraktığı etkiler gelip geçici olunca ister istemez kendime batırıyorum çuvaldızı. kocaman kalbimin içinde ağrılı ve iltahaplı yaralar olmasına rağmen, ufak bir çocuk gibi çabucak unutuabiliyorum üzüntüleri, mutsuzlukları, umutsuzlukları..
neler olmuş,
neler bitmiş şu yirmi2 senede,
dinlediklerimle bir film şeridine dönüşüveriyorlar adeta gizlediklerim derinlerimde.
sana yaptığım hatalar beni hem üzen hem mutlu eden.
o tartışmanın ardından tatil heyecanı ve huzuru silmiş benden herşeyi. öte yandan seninle herşeyi alabildiğine konuşabilmek olabilecek en büyük hediye bana.
maziyi anmak istemiyor olsam da, senin bana iyi geldiğini düşünüyorum bir yıldan sonra..
bir teknemiz olacak ne de olsa.

zamansız geçirdiğim kıskançlık krizlerim, seni çok sevdiğimden. ve merak etme "ilişkimizi" zedelemelerine asla izin vermeyeceğim. tek önemsediğim,
nefes almak
su içmek gibi ihtiyaç duyduğum
sen.
tüm dileklerin gerçek olsun.
seni seviyorum.

denizden mektup..

kulağında müzikle sessizliği dinlerken,
dalgaların kıpırtısında başı dönüyor insanın.
boşluğun ortasında, alabildiğine mai.
biraz su, akşama doğru birkaç kadeh şarap.
istersem kitabım yanımda
arada bir kelip geçici insanlarla
kalıcı sohbetler ediyorum zevkler ve renkler üstüne.
üstelik kadının kocası ölürken kalbi yerinden fırlamış.
olabilecek en saf ölüm
kahveyi tercüme etmek tüylerimi ürpertse de
budizm'e göre ruhun bedenden anında ayrılması .
şu sıralar benimle yarışan iki yunus var
tatlı su almak için limana girdiğimdeyse seni zihnime kazıtacağım.
vücutta bırakılan izler kolaylıkla silinebiliyorlar artık.
ve son kez
"artık" kelimesini kullanıyorum
seyre devam ediyorum
yeni rotalar çiziyorum
önce dertleniyorum tek başıma sonra,
yudum yudum unutuyorum dertlerimi yelkenlerimi dolduran rüzgarın sesiyle.
sadece o ve ben varız burda
beni kimseler bilmiyor ama onu herkes çok iyi tanıyor.
olsun.